BU SERGİDE PARANIN BİR HÜKMÜ YOK
Minimalist-kavramsal sanatı yücelten 'İstanbul-Eindhoven', sanatın para olarak sunulduğu bir ortamda manidar ve önemsenmesi gereken bir sergi.
Salt Beyoğlu’nda 1968’den 1989’a kadar bir tarih içine konulan Van Abbemuseum’un ‘ İstanbul–Eindhoven’ koleksiyonu ve içine ilave edilmiş bazı Türk sanatçılarından oluşan bir sergi gösterilmekte. Tam da minimalizm-kavramsal sanat düşüncesini paylaşan eserlerden oluşmuş bir sergi olarak şıklaşan, cilalanan, düşüncenin yana atıldığı, sanatın bir para mekanizması olarak sunulmaya kalkıldığı bir ortamda sergilenmesi manidar ve bu anlamda da, önemsenmesi gereken bir sergi olarak düşünüyorum.
1968 gibi belirli bir başkaldırının billurlaştığı tarihi andan, iki kutuplu dünyanın bitimine ve liberalizmin sözde galibiyetine kadar süren sanatsal düşüncenin ve icranın yılları olarak bakabileceğimiz dönemin Türkiye’de pek az bilindiği de malum. Bir de bizde, etkilerinin sadece 1980’li yıllarda sayıları bir elin parmağına bile varamayan sanatçı grubu tarafından ele alınarak yapılmasının başka bir tarihi önemi var.
Galerilerimizin 1970’ler ve 80’lerde destekleyip piyasaya sürdüğü çoğu akademilerdeki ressamlarından oluşmuş bir gruba yöneldiğini düşündüğümüzde, Türkiye’de sanatın düşünce biçimi olarak değil bir süs nesnesi olarak ele alındığı piyasanın da modalara göre sadece biçimsel resimlerle geliştiği bir ortam kalıyor geriye. Oysa piyasanın yurtiçinde tanımadığı, duymadığı ve hatta sanat ortamında tamamen marjinal kalan ‘minimalist-kavramsalcı’ bir sanatçı grubunun (1977’de Sanat Tanımı Topluluğu), o zamanlar var olup bugün az görünür olmasının nedenlerinden birisi, belki de biçimsel olarak minimalizme/kavramsal sanata yaklaşmış ancak düşünce olarak bunu ileri götürme imkânına sahip olamamış olmalarıdır. Salt Beyoğlu bu sanatçıları da göstermekte.
Kimler yok ki: Brancusi’nin heykellerinden ve Frank Stella’nın ‘Siyah Resimler’ serisinden etkilenmiş, bu çizgiyi başka bir yere taşıyarak minimalist bakışta, dikey heykelleri yataya yerleştiren ve seyredilmeyi değil üzerinden yürüyüp geçmeyi kavrayan Carl André’nin eserini görmek mümkün. Ayşe Erkmen’in köşelere yerleşen ve mekânı bölerek bütünlüğünü dağıtan bakışı da minimalist fragmanterliğin ve tekrarların bir parçası olarak durmakta. Dolayısıyla seyirliği bölerek Carl André’yle diyaloğa girmekte sanki.
John Baldassari’nin videodan pentüre renk ve renksizlik, saklama ve gösterme ilişkisine ait seriler üretmesi ise başka bir kavramla işliyor. Baldassari’nin meşhur laflarından birini unutmayalım: “İyi sanatçı iyi yerde iyi zamanda bulunandır.”
Robert Barry’nin kelimeler üzerine olan çalışmaları dilin bir sanat olarak ele alınması ve modern dönemlerdeki kaligramlara, Apollinaire’e kadar taşınacak bu çizgi, her seferinde küçük farklarla yeniden canlanıyor. Şiir ve 19. yüzyıl sonu şairlerinden Raymond Roussel’in rastlantısallığı ve anlamlar ve sesler arasında kurduğu bir uyumsuzluk dizileri ile değiştirmekte anlamları, bunlar bambaşka olmakta her seferinde.
Marcel Broodthaers, Brüksel’in entelektüel yaşamında aktif bir şekilde yer almıştı: Onun Kartal Departmanı Müzesi çağdaş sanatın şaheserlerinden birisi olarak durmakta ve bugüne geldiğimizde, Tacita Dean’a kadar birçok sanatçıyı etkileyen çizgiyi oluşturmuştu. Nesneleri günlük hayattaki tasniflerinden bağımsızlaştırdığında, yeni ilişkiler içerisinde sergilemişti.
Altan Gürman’ın istatistik kâğıtlarını kullanması ve birer diyagramatik düşünceyi hatırlatması bakımdan, kapitone klişesinin ötesine geçmiş bir sanatçının eserini burada görmek de heyecan verici.
Ve daha diğerleri... Kaçırılmaması gereken bir sergi. Ufuk açıcı, zihni zenginleştirici, bugünkü sıkıcı ortamdan uzaklaştırıcı ve de geçmişe bakarak bugün bu geçmişi kullanan sanatçılara umut verici bir sergi.
Radikal 12.08.2012
|
|
|