GENÇ VE UMUT VERİCİ SANATÇI ‘HAMZA AKIN’
Bu yazımda genç bir sanatçımızla söyleşimiz var. Hamza AKIN, onu ödüllü karikatürlerinden ve ödüllü kısa animasyon filminden tanıyoruz. Hamza biraz kendinden bahseder misin?
Hamza-1983 yılında Almanya’da doğdu. Üniversite öncesine kadar İzmir’de yaşadı. Spor hayatını eğitimiyle eş zamanlı yürüterek 11 yıl lisanslı futbol oynadı. Spora olan sevgisi ile resme olan tutkusu lise yıllarının sonuna kadar ayrılmaz ikili oldu. Ancak çizim kalemlerini ve tutkusunu yanına alıp İzmir’i ve topu geride bırakarak Üniversite eğitimi için İstanbul’a taşındı. İstanbul Teknik Üniversitesi Geomatik bölümü Lisans ve Yüksek Lisansını bitirdi. Üniversite eğitimi boyunca; Tiyatro kulübünde oyuncu, İTÜ Arıyorum gazetesinde karikatürist olarak yer aldı. Erasmus bursuyla yaklaşık 1 yıl Almanya'da mühendislik alanında eğitim gördü. Türkiye'ye döndüğünde üniversite eğitim hayatına devam ederken; eğitim durumu iyi olup maddi durumu yetersiz olan liseli öğrencileri gönüllü olarak üniversiteye hazırlayan ve 2021 yılı itibariyle 15. Yılını dolduran "Bir Başka Yol" gönüllülük projesini kurdu. Mezun olduğunda bir telekomünikasyon şirketinde mühendis olarak çalışmaya başladı.
Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezinde senaryo yazım, Şule Öncü ile Filmlerle Psikoloji, Yaratıcı Psikoloji ve Psikodrama, Musa GÜMÜŞ ile Karikatür, Yusuf TAKTAK atölyesinde ise resim çalışmalarına ağırlık verdi.
Psikeart, Akrostiş, KargaArt, Öteki Baykuş gibi yurtiçi ve yurtdışı kültür sanat yayınlarında resimleri, illüstrasyonları yayınlandı.
Yurtiçi ve yurtdışı çeşitli sergilerde karikatürleri ve illüstrasyonları yer aldı.
Katıldığı ulusal ve uluslararası yarışmalarda çeşitli ödüller aldı.
Mühendisliğe ve büyük tutkusu olan sanata; resim, yazı, illüstrasyon, animasyon ve karikatür dallarında İstanbul’un Kadıköy semtinde yer alan atölyesinde devam ediyor.
A-SANATLA YOLUN NASIL KESİŞTİ?
H-Çok güzel ancak cevabını uzun yıllar aradığım zor bir soru. Çünkü bence her insan canlısının sanatla ilişkisi doğduğunda var. İnsan etrafını gözlemleyerek deneyimler edinen ve taklit ederek kendi biricik kişiliğini bulmaya çalışan bir varlık. Kişinin kendine dair keşif süreci ve varoluşuna dair anlam arayışı bence sanatın kendisi. Yaratıcılığın ve üretimin asla durmadığı, dönemsel olarak değişimlere uğrasa da bizlere sanatını sergilediği örnek alınası sanatçının “Doğa” olduğuna inanırım. Bizler de doğanın parçası olarak bu üretimin içindeyiz. Aslında her birimiz sanatın ve yaratıcılığın elinden tutuyoruz. Bu nedenle doğduğumda sanatla yolumun kesiştiğine inandığımı söyleyebilirim. Elbette bahsettiğim farkındalık yolunda ifade araçlarımız değişkenlik gösteriyor. Bu değişkenliğin nedenini ve gizemini hala çözebilmiş değilim. Bebeklik yıllarından itibaren bilinçsizce tamamen içgüdüsel olarak başladığımız özgürce çizmeyi, dans etmeyi ya da şarkı söylemeyi neden bırakıyoruz ya da neden devam ediyoruz bilmiyorum. Bildiğim ise; çok küçük yaşlardan bu yana elimde kalem ve boya ile açlık ya da yorgunluk hissetmeden çizim yaptığım. Öyle ki zaman kavramı anlamsız kalır, dıştan gelen sesler yok olur. Öğrencilik yıllarımda resim derslerinde akıp giden dünyayı adeta yavaşlattığımı hissederdim. Sanırım bu duyguya olan bağımlılığım nedeniyle; defter, kitap boşlukları, okul ve evimizin duvarları annemin ve öğretmenlerimin takdir etmediği tutkumdan paylarını aldılar. Bahsettiğim duyguyu tanıyan okuyucular anlayacaktır, engellenebilecek bir sevgi değil bu. İlkokul öğretmenim de tutkumu, sevgimi ve eğer varsa biraz yeteneğimi fark etmiş olacak ki okullar arası resim yarışmasına katılmam için cesaretlendirmişti. Büyük heyecan duymuştum. O anki duygumu hatırlıyorum. Yarışacağım için değil hafta sonu boyunca büyük bir kağıda resim yapacağım için. Öyle de oldu. Tüm hafta sonu yerimden kalkmadan heyecanla tamamladım. Resmimi haftanın ilk günü dünyayı değiştirecek önemde bir sır gibi koruyarak okula götürdüm. Öğretmenime gösterdim. Öğretmenim de okul müdürüne. Aynı gün, günün son dersinde öğretmenim resmimi silindir yapılmış şekilde kıvırıp "Müdürümüz resmini anlamadı" diyerek elime tutuşturmuştu. Garipsemiştim ancak üzülmediğimi hatırlıyorum. Hafta sonu boyunca resim yapmış olmanın muazzam hazzı sanırım hala üzerimdeydi. Yıllar sonra dönüp baktığımda cesareti kırılmış bir çocuk olarak bir daha resme ya da görsel sanatların herhangi bir alanına dokunmamam lazım. Genelde hikayeler böyle olur. Ancak tam da bu noktada tutkumun farkına vardım. İnsanların üretimlerimin üzerindeki düşünceleri ve söylemleri yerine hissettiğim o içimi karıncalandıran sevgiydi. Öyle karşılık beklemeden, yalın ve pürüzsüz bir sevgi. Sanatla kurduğum samimi ve çıkarsız ilişkinin temelinin o gün atıldığını düşünüyorum. Üniversite yıllarına kadar ısrarla resim ve karikatür üretmeye devam ettim. Hatta ilk kazancım resimdendir. Ortaokul yıllarında bir arkadaşımın resim ödevini yapmam karşılığında deodorant kazanmıştım. Diyeceğim; erken yaşlarda okul müdürü seviyesindeki otorite dahi üretimimi beğenmese de umurumda değildi. Umursamazlığın sanatta değerini yıllar sonra algıladım tabii. Üniversite yıllarına kadar duygusunu yaşattığım, ancak ifade edebildiğim farkındalık değildi bu. Üniversite eğitimimin ilk yıllarında Tiyatro kulübünde oyuncu olarak yer alırken sanat üzerine okumalar ve amatör de olsa sanatçı topluluğunun içinde bulunmak çocukluk yıllarımdan gelen tutkuma isim koymama, ne olduğunu anlamama yardımcı oldu. Bu noktada küçük bir parantez açmam lazım: Türkiye’deki Üniversite tiyatro toplulukları arasında İTÜ Tiyatro topluluğunun yeri ayrıdır. Sosyalleşme kulübünün ötesinde yaşam merkezine sanatı koyan üniversite öğrencilerinin yer aldığı ve hatırı sayılır oyunların çıktığı topluluktur. Öyle ki Erdem ŞENOCAK, Sezin BOZACI, Onur Berk ARSLANOĞLU gibi çok yetenekli oyuncular çıkarmış ve Tiyatro Medresesini kurmuş ekiptir.
Böylesine sanat merkezli bir topluluk, İzmir'den İstanbul'a gelmenin de yarattığı duygu ve bu kadim şehrin sahne tozu misali ilhamı tutkumla birleşti. Yıllarca hissettiğim duygunun, yaratma arzusunun ve bende uyandırdığı hazzın adını koyabildim. Yazımın başında bahsettiğim "Henüz dünyaya geldiğimizde sanat ile olan kaçınılmaz ilişkimizi" üniversite yıllarımın başında anlamaya başladım.
A-KENDİNİ İFADE ETMENDE NEDEN SANATIN FARKLI DALLARINI TERCİH ETTİN?
H-Üniversite yıllarımın başında İTÜ Tiyatro topluluğuna dahil oldum. Planladığım bir süreç değildi. Yurt oda arkadaşımın önerisiyle katıldım. Üniversiteye başladığım yılın başında babamın vefatı ile duygusal anlamda çöküş yaşadım. Daha önce tatmadığım birçok duyguyu kısa zamanda tanıdım. Zorlandığım süreçte Tiyatro bir nevi devam etmemi sağlayan aracı oldu. Sevdiklerinizin kaybı karşısında hayatın gerçekliği ile yüzleşiyorsunuz. Zamanın anlamsızlığını aynı zamanda kıymetinin de farkına varıyorsunuz. Çevrenizin sizin hakkınızdaki düşüncelerinden etkilenmez hale geliyorsunuz. Aramızdan ayrılan çok sevdiğimiz insanların bizlere veda ederken öğrettikleri değerli bilgiler olduğuna inanırım. Sizi güçlendiren ve tutkularınıza cesaretle döndüren bilgilerdir. Tiyatro sayesinde bu duyguları olması gerektiği gibi dönüştürdüğüme inanırım. Farkındalığımı geliştiren ve duygularımı tanımaya olanak sağlayan süreç oldu. Bence sanat için en önemlisi; sanatçının dürüstçe duygularını tanımaya çalışması ve merkezine doğru cesaretle yol alması. Üniversite yıllarımın başında yoğun duygu ve sanat merkezli hayatımın başlamasının değerini bugünlerde çok daha iyi anlıyorum. Belirsizlik ve karanlık içinde önümü aydınlatan ışık gibi.
Şimdiye kadar hayatımın herhangi bir döneminde tek bir eylemde kalmadım/kalamadım. Her zaman merakla ve keşfetme arzusuyla severek yaptığım birden fazla eş zamanlı fiiliyatım oldu. Tiyatro yıllarında aynı zamanda üniversitenin Avrupa birliği merkezinde öğrenci asistan olarak çalışıyordum. Avrupa birliği merkezinin vesilesiyle yurtdışına Erasmus bursu ile Almanya’ya gitme imkanım oldu. Bu nedenle tiyatroya ara verdim. Yaklaşık 1 yıl yurtdışında yaşayınca birçok memleketten dolayısıyla kültürden arkadaşım oldu. Bana muazzam zenginlik kattı. Üniversite öncesi futbol oynarken Türkiye’nin çok farklı kültür ve kesimlerinden de arkadaşlarım olmuştu. Erasmus süresi boyunca adeta o yaşa kadar edindiğim tüm zenginlikler ve kendime dair farkındalığım birleşti. Resim, karikatür çalışmalarım her geçen gün arttı. Bir taraftan da günde en az iki tane bağımsız film izliyordum. Aynı zamanda aktif spor yapıyordum. Ve yorgunluk kesinlikle hissetmiyordum. Erasmus süreci bitti. Birikmiş enerji ve kafamda fikirler ile Türkiye’ye üniversiteme döndüm. Tutkum olan çizime sarılıp mecralarda paylaşmak istedim. Ayrıca yurtdışında üniversitenin halk ile kurduğu ilişkiden çok etkilenmiştim. Sınırlar, turnikeler ve güvenlik yoktu. Kampüsün etrafında ikamet eden halk üniversitenin imkanlarından faydalanabiliyordu. Ülkemizde olması zor tabii ancak üniversitenin duvarlarını nasıl yıkabilirim diye ciddi ciddi düşündüm. Aklıma gönüllülük projesi geldi. İTÜ’nün etrafında yaşayan dershaneye gidemeyen ancak eğitim durumu iyi olan liseli gençleri bulup İTÜ’nün dersliklerinde eğitim verecektik. Böylece fiziksel olarak sınır duvarları yıkılmasa da açtığımız gönüllülük kapısından ihtiyacı olan gençler içeri girebilecekti. Samimi olarak inanırım ki: eğer yeterince enerjiniz ve tutkunuz varsa mutlaka insanlarla sürpriz gibi gelse de kesişirsiniz. Bence sürprizin ötesinde olması gerekendir. Hayatımda her zaman gerçekleşmiştir. Öyle de oldu. Tiyatro Kulübünden arkadaşlarımın olduğu İTÜ arıyorum gazetesiyle ile yolum kesişti. Gazeteye çizer olarak dahil oldum. Karikatürlerim yayınlanmaya başladı. Bir de sayfam oldu. Artık gönüllülük fikrine gelmişti sıra. Gazete toplantısında gönüllülük fikrimi söylediğimde çok şanslıyım ki benim gibi düşünen, inanan ve her şeyi göze alıp emek harcayan 10 arkadaşım oldu. Çok hızlı ve yoğun mücadeleyle “Bir Başka Yol” adını verdiğimiz gönüllülük projesini altı ayın sonunda başlattık. Projeyi başlatmak amacıyla var gücümüzle emek harcarken tanık olduğum bürokrasi, gelir adaletsizliği ve tezatlıklar yorucu olduğu kadar sanatıma dair besleyici de oldu. Bol malzeme ve duygu topladım. Bir taraftan da Leman dergisinde çizimlerin yapılıp üstatların değerlendirilmesine sunulduğu PAF takım günlerine katıldım. Ancak anladım ki yazılı karikatür bana göre değil. Leman dergisinde etrafımda çok yetenekli genç çizerler vardı ancak çizilen konular ve espriler benden farklıydı. Ya da benim hicvetmek istediklerim farklıydı.
Bu noktada küçük bir parantez açmam lazım: Karikatür dünyası temel olarak ikiye ayrılıyor. Kimi çizerler sanat ve dergi karikatürü diyor. Ancak ben katılmıyorum. Bence her ikisi de görsel sanatların bir parçası. Yazılı ve yazısız karikatür olarak ikiye ayırarak tanımlamak bana daha doğru geliyor. O yıllarda anladım ki yazısız karikatüre daha yatkınım. Ve üzerine eğildim. Türkiye ve farklı ülke üstatlarının çizimlerini inceledim. Sahafları dolaşıp yazısız karikatür kitapları topladım. Kadıköy ve Taksim'e gittiğimde sahafa uğramadan, yazısız karikatür kitabı almadan eve dönmez olmuştum. Bir taraftan da tarihine hakim olmaya çalıştım. Okuma ve incelemeler yaptım. Giderek artan bilgim ve sevgim yanında şanslıyım ki mühendis olarak çalıştığım firmadaki müdürlerimizden sevgili Hanife GÜMÜŞ’ün eşi Musa GÜMÜŞ'dü. Dünyaca ünlü karikatürcü Musa GÜMÜŞ! Hanife GÜMÜŞ ile konuştuğumuz günün akşamında Turhan SELÇUK retrospektif sergisi açılacaktı. Gittim ve Musa GÜMÜŞ ile tanıştım. Bir anda daha önce araştırdığım, eserlerine hayranlıkla baktığım dünyaca ünlü birçok karikatürcüyü bir arada buldum. Ve yazısız karikatür serüvenim başlamış oldu. Musa GÜMÜŞ muazzam mütevazı ve değerli bir karikatür sanatçısı.Dünyaca ünlü birinin böyle egosuz olmasına şaşırmıştım açıkçası. Bana çok yardımcı oldu. Süreç ilerledikçe Karikatürcüler derneğine kabul edildim. Birçok sergide çalışmalarım yer aldı. Ulusal ve uluslar arası ödüllerim oldu. Hala tutkuyla devam ediyorum. 3. Dünya ülkesinde yaşayıp dünyayı gözlemleyen ve içinde hicvetme duygusu bulunan biri için Karikatür sanatı muazzamdır. Karikatürü besleyen verimli topraklarda yaşıyoruz… Tezatlığın olgun meyvelerini iştahla tatmaya devam ediyorum. Ancak hicvetmekten büyük keyif alsam da hala içimde tatmin olmayan bir duygu vardı. Ne olduğunun peşine düştüm tabii. Üniversite yıllarımda Beyoğlu Alkazar sineması uğrak yerimdi. Giderek popülist filmlerin ağırlık kazandığı, zincir sinema salonların işgal ettiği İstiklal Caddesinde Bağımsız filmleri birkaç seyirciyle izleyebildiğiniz ayakta kalmaya çalışan çok değerli sinemaydı. Yeni film geldiğinde mutlaka giderdim. Artık adet haline getirmiştim. Bağımsız filmlerde yer alan karakterlerin iç dünyalarının tasviri beni çok heyecanlandırdı. Belki de hicvetmekten fırsat bulamadığım bilinçaltımın keşfinin arzusuydu. Özdeşleştirdim tabii kendimle her karakteri. Kendimi her bir karakter de bulmaya çalıştım. Giderek artan merakım beni önce Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezine sonra da üniversite yıllarında psikolojiye karşı okumalar yapsam da Şule ÖNCÜ’nün “Filmlerle Psikoloji” atölyesine taşıdı. Atölye boyunca daha önce izlediğim bağımsız filmlerdeki karakterlerin psikolojik alt yapısına dair okumalar yapmak, psikolojinin soyut kavramlarını somutlaştırmak, senaryo derinliklerini karakterler bazında incelemek bilinçaltıma duyduğum merakı keşfetmek ve sorduğum sorulara cevap bulmak bağlamında kapı araladı. Yaratıcı Psikoloji, Psikodrama ve terapi ile o kapılardan içeri girmiş oldum. Ne kadar yol aldım bilmiyorum ancak kendime dair karşılaştığım duyguları dışa vurmam gerektiğine ikna etti. Çocukluk yıllarımdan gelen resim tutkum “Ben buradayım” dedi. Bir taraftan sanatçıların gündelik yaşamını çok merak ediyordum. Bu nedenle çok fazla biyografi incelemiştim. İniş çıkışları, hayatı ele alışları, üretim sancıları, üretirken hissettikleri duyguları ve dünya ile olan ilişkilerine dair kendimde izler buluyordum. Ancak tanık da olmak istiyordum. Çok şanslıyım ki yolum Yusuf TAKTAK ile kesişti. İstiklal Caddesinde muazzam ev atölyesi vardır. Kendisi ile tanıştım ve yaklaşık iki yıl atölyesinde yer aldım. Sadece teknik bağlamda değil “Bir sanatçı nasıl yaşıyor?” merakıma cevaplar buldum. Her açıdan öğretici ve duygularımı resimle ifade etmemde kapı aralayan süreçti. Tarzını atölyesinde dayatan değil, son derece özgürlükçü ve ne yapmak istediğini anlamaya çalışan bir sanatçıdır Yusuf TAKTAK. Atölye süreci devam ederken bir taraftan da karikatür sürecimdeki gibi okumalar ve araştırmalar yaptım. Paralelinde resim yapmaya devam ettim ve 2020 yılında ilk sergimi “Görünmeyene Dair” adı ile açtım. Cesaretle, haricimde kalanı umursamadan ve ilkokul müdürümü anımsayarak bana dair olanı resmetmeye devam ediyorum.
Sosyal medyada işlerimi paylaşmaya başladıktan sonra çeşitli dergi ve yayın evleri ile iletişimim oldu. Farklı medyalarda işlerim yayınlandı. Psikoloji atölyelerinde kesiştiğimiz sevgili yazar dostum Nilay YILMAZ ile de kitap çıkarma hazırlığı içindeyiz. Yayın eviyle anlaştık. Nilay yazdı ben çizdim. Umarım 2022 yılında elimizde olacak kitap. Çocuklara yönelik bir kitap. Açıkçası benden nasıl böyle çizimler çıktı şuan sakin kafayla düşününce şaşırıyorum. Deneyimlemek ve kendimde bu yönü keşfetmek hem yorucu hem de keyifti. Yetişkin olarak çocukların gözüyle görmeye çalışarak ifade biçimini yalın ortaya koymak farkındalık yaratıcı. Çocuk kitapları için çizmeye ve üzerine düşünmeye devam ediyorum.
Animasyon her zaman içimde uhde olmuştur. Özellikle çizdiğim bazı karikatürlerin canlanmalarını istemişimdir. Sinemaya olan sevgim de tetiklemiş olabilir. Hayao Miyazaki ve Bill Plympton hayranlıkla takip ettiğim sanatçılar. Sanıyorum kısa animasyon filmim “Bekle Beni” teknik olarak ikisinin bende yarattığı imgelerin karışımı. Nihayet uhdemi gerçekleştirdim. Amatör olarak çaldığım gitar ile de müziklerini yaptım. Açıkçası, ulusal ve uluslararası festivallerde beklediğimden daha fazla ilgi gördü. Animasyon yorucu ancak bir o kadar zevk veren bir süreç. Teknik bağlamda kısıtlı imkanınız varsa ve klasik iki boyutta ısrarcıysanız sırt, boyun ve göz ağrılarını baştan kabul etmeniz gerekir. Neyse ki karikatür ya da resim yaparken tattığım yabancı olmayan fiziksel acılar. Eğer senaryo da size ait ise aklınızdaki her şeyin ekranda canlandığını sabırsızca görmek istiyorsunuz. Eski teknoloji ile yapmak çok daha zordu ve zaman alıyordu. Günümüzde teknik olarak yapılabilirliği kolaylaştı. Ekip işi olsa da artık tek kişinin yeterince çalışırsa yapabileceği pratiklikte. Belki de gün gelecek aylarca çalışılıp tamamlanan animasyonlar 1 saatte son halini alacak. Sadece fikir önem kazanacak. Bu bağlamda yapay zeka ile yapılan dijital sanat da ilgimi çekiyor. Bir taraftan da Metaverse kavramı hızla hayatımıza yerleşiyor. Sanal evrenin sanal sanatı doğuyor. Teknoloji şirketinde çalışmanın faydaları ve besleyen tarafı da bu yönde. Teknolojik gelişmeleri güncel takip edebiliyorsunuz. Yapay Zeka ile Sanat ve Metaverse üzerine henüz derinlikli olmasa da araştırmalar yapıyorum. Heyecan verici ayrı bir alan daha giriyor hayatımıza.
Toparlamak gerekirse: Herhangi bir konuda ustalaşmak, el alışkanlığımın olması ya da adımın anılması hiçbir zaman uhdem olmadı. Tezat olarak beni korkutur el alışkanlığı. Rutine binmesi ve onaylanmış konforlu sınırların içinde kalmak. Merkezime doğru aldığım yolda karşılaştığım bana ait duyguların ifadesinde sanata bütün olarak bakıyorum. Duygu ön planda olduğunda tekniğin ya da disiplinin önemi kalmıyor. Söyleşinin başında bahsettiğim gibi; doğayı sanatçı olarak kavramaya çalışırsak, yaratıcılığından ve cesaretinden feyz alırsak duygularımızın ifadesine dair iletişim kanallarındaki değişime karşı durmayıp farklı sanat dallarında da üretmenin tadına varabiliriz. Çünkü bir birini besleyen ve asla kopuk olmayan disiplinler. Doğanın işleyişinde olduğu gibi…Yine de doğru budur demiyorum. Bu benim doğrum bile değil. İçimi dinlediğimde gelen ses ve yön.
Sanatçımıza, sanatın içinde uzun ve başarılı bir yol diliyorum. Tüm sanatseverlere sanat dolu günler dilerim.
Aylin MENEKŞE 24.12.2021
Yazarın Tüm Yazıları... - Yazar'a mesaj yaz
-
Yorum Yaz
|
|