Anasayfam Yap | Künye | İletişim | Reklam

    Anasayfa

   Resim - Fotoğraf

    Sahne Sanatları
    Müzik - Konser
    Sinema - Tv
    Kültür - Edebiyat
    Tarih - Arkeoloji
    Tasarım - Mimari
    İnsan - Polemik
  ●  Bizden Haber
  ●  Yazarlar
  ●  Yasal Uyarı
  ●  Linkler

 

Bizi Facebook'tan Takip edin Bizi Twitter'den takip edin

 

Üye / Yazar Girişi

 Kullanıcı :

 Parola   :

  Kayıt Ol

 

 

Kuzgunun Rüyaları

ŞEHİR TİYATROLARI
İSTANBUL DEVLET TİYATROSU

  


 

 

 

 

 

 

ÇADIR İÇİ KARŞILAMALAR

Tekel direnişi aynı yüreklilikle sürüyor. Sakarya obalarında Oğuz ateşleri 58 gündür yanmaya devam ediyor.

İstanbul Cevizli grubundan 18 yıllık işçi Erzurumlu Gülden’le konuşuyoruz. Başından beri hiç ayrılmadı buradan. “Nene Hatun’un kızıyım. Kazanmadan ayrılmayacağım Ankara’dan” diyor. Adıyaman çadırının önündeyiz, saat gece 22.00, sokaktaki sobanın etrafında oturuyoruz. Ateşi harlıyorlar.

“Annem ne istersin, çay getireyim mi? “diye soruyor Süleyman. “Midem kötü, çay dokunacak, birazdan giderim” diyorum, “Dur gitme” diyor, kaşla göz arasında ekmek arası peynir uzatıyor bana.

Gülden’e neler hissettiğini soruyorum. “Kendimi Nene Hatun gibi hissediyorum, biz Erzurumlu kadınlar böyleyiz” diyor. “Bize yirmi birinci yüzyılda bu sefaleti yaşatan başbakanı düşünüyorum. Fakat şu ateşin etrafında birleşmek var ya, bize birlik olduğumuz yılları, tandır etrafında büyük aile olduğumuz günleri hatırlatıyor. Aslında burada mutluyum, aynı sefilliği yaşıyoruz bu insanlarla, bu ateş var ya, hepimizi aynı ısıtıyor. Bebeğim olsa sırtıma bağlar gene gelirdim. İki kızım var, biri üniversitede, babaları yok, onları birbirine bırakıp geldim. Ya beni 4-C ile dünyanın bir ucuna verirlerse ben kızlarımı nasıl bırakırım!” diyor. Oltu’lu, Oltu’yu konuşuyoruz, İd köyünü biliyor. “Türklerin eski kaya resimleri bizim ordadır” diyor, görmüş oraları.

Herkes birbiriyle tanışık burada, merhabalaşmadan geçmiyoruz. Bir gün önce karşılaşmamışsak merak ediyorlar. Hatay çay ocağına bir mola veriyorum. Bugün komşumun gönderdiği şekeri oraya bırakıyorum. Adana çadırı karşıda, sobanın yanına geçiyorum, hemşerim Lerozlu Meryem de kocasıyla burada. Adana Tekel direnişinde caddeyi nasıl tuttuklarını, başbakanın seçim otobüsünü nasıl durduklarını anlatıyor.

Eski öğrencilerimden Ece dalıyor içeri, özlemle kucaklaşıyoruz, Yahya Çavuş İlköğretim Oklundayken yetiştirdiğim ödüllü koromun solistiydi, Gazi Güzel Sanatlar Fakültesini kazanmış, yanında sınıf arkadaşıyla işçilere destek vermeye gelmiş. Ders kitaplarındaki kötü bozuk resimleri gösteriyorum, böyle resim yaparlarsa onlara para verecekler. Sanatta kirlenmeyi konuşuyoruz. Fakültede sanat eğitimi de bitmiş, “Çöplükleri çiziyoruz artık, hiçbir şey öğretmiyorlar bize, ne yapsak kabul görüyor” diyor. Hocaları bir konserve kutusu insan dışkısı getirmiş, “Bunu da kullanın” demiş, mideleri bulanmış. “Doğruyu kendimiz bulmak zorundayız, sanat eğitimi bitti, onun için buradayız” diyor.

Adana’dan şair Çetin Boğa karşıdan sesimi tanımış, eski dostlar kucaklaşıyoruz. “Bir gün için gelmiştim, açlık grevine katıldım, on bir gündür buradayım, yazacak çok şeyim var” dedi. Evet, tam da böyle, bu direniş yazarları gerçekçi toplumcu yazar olmaya doğru yönlendiriyor.

Çadırdan çıkıyoruz, Atilla Sarp ile karşılaşıyorum. Önceki yazımı okumuş, “Hani o gün ‘Zahit bizi tan eyleme’ türküsünü çadırda birlikte söylememiş miydik, onu niye yazmadın?” diye sitem ediyor.

Mahalleden eski tanışlardan eczacı hanımla karşılaşıyorum, hobi için heykel kursuna gidiyormuş. Eczacıların mesleki sıkıntısı var, onlarla ilgilenmiyor, Tekel İşçilerini desteklemeye gelmiş. Kursta yaptıkları heykelleri anlatmaya başlıyor, tema olarak işkenceyi seçmişler. “İşkencenin heykeli olmaz, sürekli işkence gören bir insan heykeline bakmak olabilemez, insanın empati kuramayacağı andır işkence...” Anlatamadım. Savunuyor.

İnsan, sanat eserlerine yücelme duygusu yaşamak için bakar, oysa aşağılandığı anın tablosu insanı çökertir… Düşmanlarımızın istediği de budur, postmodernizm, asimetrik kolaj, ders kitaplarında hep aşağılanmış çocuk resimleri, amacı belli düşmanca şeyler bunlar…” Anlatamadım, çünkü o bir sanat eğitimcisi değil, hobisiyle övünmek istiyor. Konserve kutusundaki insan dışkısını resimde kullanmak ile aynı şey; Bağdat Amerikan hapisanesinde iple elleri arkadan bağlı diz çöktürülmüş çıplak bir erkeğin, ona havlayan Amerikan köpeğiyle birlikte heykelini yapmak… Birkaç saniye bakmaya tahammül edilemeyen bir anı sürekli kılmak, insana işkencedir.

Sanat adına bu yapılmaz! İşin ehli olmayanlara veriliyor işler, her alanda, maalesef… Sakarya caddesindeki açık heykel atölyesi kurup yaptıkları ucube heykelleri gözümüze sokarcasına oraya diktikleri gibi… Karnı ortadan tırnaklarıyla yırtılmış bir kadın heykeli var orada, “Karın deşen Jak” heykeli diyorum ona, bakamıyor insan! İşte ders kitaplarında da yapılan budur, çocuklarımız sürekli çöplüğe, iğrençliğe, aşağılanmışlığa, örümceğin ayaklarını saydırıp onunla matematik yaptırmak dahil, en olmayacak şeylere bakmaya zorlanıyor çocuklarımız. Açıkça görülmektedir ki, artık resim sanatı global faşizmin aracıdır. Beyni beslemek yerine beyin çökertiyorsa sanat, onu kullanan birileri var demektir.

Tekel direniş çadırlarında sanatı böyle konuşuyoruz. İşçi kardeşlerim konuklarını dinliyor, tartışmaya katılmıyor, ama kimin insanı ve sanatı korumaya çalıştığını anlıyor.

Dayan işçi kardeşlerim, sizin geleceğiniz sanatın da geleceğidir!


Mahiye MORGÜL
12.02.2010

Facebook ta paylaş


Yazarın Tüm Yazıları...  -   Yazar'a mesaj yaz  -   Yorum Yaz 



 

Yorum Yaz

 

Tavsiye Et

Okuyucu Yorumları


 

SanatsalHaber Basın Konseyi üyesi olup Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. SanatsalHaber'de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Sitede yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Copyright © 2008-2021 SanatsalHaber.com.