Anasayfam Yap | Künye | İletişim | Reklam

    Anasayfa

   Resim - Fotoğraf

    Sahne Sanatları
    Müzik - Konser
    Sinema - Tv
    Kültür - Edebiyat
    Tarih - Arkeoloji
    Tasarım - Mimari
    İnsan - Polemik
  ●  Bizden Haber
  ●  Yazarlar
  ●  Yasal Uyarı
  ●  Linkler

 

Bizi Facebook'tan Takip edin Bizi Twitter'den takip edin

 

Üye / Yazar Girişi

 Kullanıcı :

 Parola   :

  Kayıt Ol

 

 

Kuzgunun Rüyaları

ŞEHİR TİYATROLARI
İSTANBUL DEVLET TİYATROSU

  


 

 

 

 

 

 

MİMARLIK ÖYKÜLERİ YARIŞMASI ll (İSTANBUL) SONUÇ…

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinin düzenlediği “İstanbul” konulu öykü yarışması sonuçlandı. Kazananlara ödülleri 9 Nisan 2010 tarihinde verilecek. 137 öyküden ilk üçü paylaşan Özge Kılıçoğlu, Mehmet Çağlayan Özkurt ve Fuat Sevimay ile yayına değer bulunan 27 eser sahibini kutluyorum. Ben de yarışmayı duyduğum gün yazdığım ancak son gün gönderebildiğim öykümü sizlerle paylaşmak istedim eski bir İstanbul’lu olarak.

Büyüyen kentlerimizde özlediklerimiz belki de. Bulsak ta hala küçücük dünyalardaki zevkinin aynısını tadamadığımız. Her şeyi tek odada bir ekrana sığdırdığımız, nostalji diyerek birbirimize gönderdiğimiz. İnsanları ile bütün, güzelliklerle dolu mutlu kentlere…

“Yeldeğirmeni’nde Bir Sokak ve Yıla Sığan Anılarım...

Ülkemin doğu illerinden Kars’ta ilkokul 3. sınıfı okurken ani bir tayin haberi ile değişen bir aile yaşamı öyküsünden anımsadıklarım... Babamın, yılın ortasında tayininin Kıbrıs’a (ortak yaşam dönemi) çıkması sonrası annem ve anneannemle doğduğum kent İstanbul’a gelmemizin ardından, zorunlu ama geçici ayrılıkla birlikte başlayan özlem ve ücra kentteki eğitim sonrası en gelişmiş kentte okuma heyecanım...

Yeldeğirmeni, Kadıköy’ün eski bir semti. Evimiz, büyükbabamlara ve ilkokuluma yakın bir sokak dönemecindeki apartmanın ilk katı. Annem ve anneannem ile geçen, babama hasret, okumaya hevesli ama başarılı olmakta zorlu bir yıl. Yürüyerek okula giderken geçtiğim sokaklar, hepsi o yılların yenilenen mahalle düzeninde, kaldırıma sıfır apartmanlar... Ürkerek geçmeme neden olan yan sokakta, evinin önünde her sabah okula giderken beni izleyen halterci bir abi. Sokakta her gün oyunlar oynayan çocuklar ve pencereden izlemem ve çok nadir annemin izni ile aralarına katılmam. Bazen bir tef sesi ile irkilmem ve “haydi kaynanam nasıl bayıldı göster” diyerek şekilden şekile sokmaya çalıştığı, çaresiz, burnu halkalı ayıcığı izlemem. Bu kez bir çıngırakla hanımların sokağa fırladığı ve sırtındaki terazi ucunda iki tepsi taşıyan yoğurtçunun nidaları... Keserek tabaklara koyduğu ve el terazisi ile tartarak verdiği, bıçakla kesilen bol kaymaklı Kanlıca yoğurdu. Bir de açtığı ahşap ayaklar üzerine koyduğu tepside her akşamüzeri tahta sopaya doladığı, renk renk macun şekerini yalayarak dolanan çocukların zevkini izleyen şekerci amca...

Mini arabası ile yazın “dondurmam kaymak” diyerek çevresine toplanan çocuklara külahlarla sunan dondurmacı... Bazen de kış akşamlarının zevki “bozaaaa” ya da “saaalep” diye bağıranlar... Sırtında taşıdığı büyük ibrikten bardaklara döktüğü kıpkırmızı şerbetin yaz günlerdeki serinletici etkisini paylaşanlar... Kamyoneti ya da el arabası ile “Domaates, pataates, soğaan.... var mı alan” diye canhıraş sesle bazen de hoparlörle alıcı arayanlar... Koluna taktığı büyük sepetle rengarenk, tazecik, mevsimine uygun çiçeklerle, “çiçeklerim var alıver abla, sevdiğini sevindir ağbey” diyerek gezenler... Bir de “eskiciii, eskiler alırım, eskiciii” diyerek yeni değilse beğenmeyip az para ya da plastik malzeme (o zamanlar çok değerli çamaşır leğeni ve sepeti, bulaşıklık ve tası, çatal kaşıklık, maşrapa, mandal, vb.) vermeye çalışanlar… Bir köşede yatak, yorgan pamuğu atan hallaçlar, diğer köşede tencere kalaylayanlar, bıçak bileyenler… Sırtındaki el yapımı süpürgelerini öğenler… Rengarenk fırıldakları, balonları ile çocukları büyüleyenler… “Kestane kebap, yemesi sevap”, “Helvacı, koshelvalarım, susam helvalarım var”, “Mısırcı, süt mısır” diyerek çevresine toplayanlar… Hepsi de o yıldan anımsadığım güzellikler... Bir de beni ürküten, ilk kez birinci sınıftayken Adapazarı’nda deneyim kazandığım ve bir haftasonu sabahı dışarıda oynarken kaldırımı sallayarak eve doğru yalpalatan deprem!

Ne güzeldi arkadaşlarımla arasıra geçen araçlardan sakınarak oynadığımız istop, yakantop, seksek, menekşe mendilim düşe bizden size kim düşe, atladığımız ip... Sıcacık bir sokak köşesi ve bahçesiz evler ama araç az, oyun kolay. Kaldırımlar bizim, otopark değil! Diğer bir anım, büyükbabamlara giderken iki sokak arasında içinden geçtiğimiz bir avlu. Annemden öğrendiğimce bu yapı “havra” ve zaman zaman duyduğum çan sesi. Önceleri anlayamasam da incecik minareli camilerimizden farkını, sonraları sentezleyebildiğim ve yadsımadığım bir yapı... Rahmetli anneannemle gittiğim ve küçücük bir sepete her alınandan bir tane koyup eve döndüğümde tadına doyamadığım binbir tür, mevsimine uygun sebze ve meyvenin satıldığı pazaryerini de unutmam mümkün değil. Dengesi bazen ayarsız el terazileri ile kat kat gazete kağıtlarından bol zamkla yapılmış kese kağıtlarında tartılan mis kokulular. İyi beslenmemim etkisi olsa gerek, bu yıla genç kızlığa adımı da sığdırdığım bir dünya. Şekere gerek duyduğum günlerde büyükbabamlarda koca bir şekerlikten doyasıya yediğim çeşit çeşit akideler...

Pamuk şekeri nasıl unuturum, elime yüzüme bulaştırarak yediğim ve yapılışını izlerken duyduğum hazzı. Pembe, sarı yeme de yanında dur kolaysa. Tahta çubuk çöpe, nasıl olsa doğadan bir parça. Hele bir de fırından sıcacık alıp koluma takıp sırayla yediğim halkalar... Minicik çifte kavrulmuş lokumlar ve leblebi şekerleri de bakkalların baştacı. Kadıköy’ün en büyüklerinden biri okulumun, bahçe kapısı önünde öğrencilerin damak tadına hazır, defter kağıtlarından yapılmış boy boy külahlarda. Bahçenin en uzak köşesinde, kocaman yemyeşil ağaçlarının gölgesinde duvara dayalı, şakır şakır akan hayrat çeşmeden kana kana içilen tertemiz Kayışdağı suyu...

Denize yakın olmanın ve tekne dolusu kürekle satılan balıkları gönül ferahlığıyla yemenin zevki de unutamadıklarımdan. Öğretmenim ise en deneyimlilerden. Ama ben biraz şaşkın, büyük kent okulunda olmaktan. Her ders bir kabus ilk zamanlar. Öğretmenim annemle işbirliğinde, zira babamla zorunlu ilk ayrılık bu yıl etkiliyor istemeden. Mektuplar kurtarıcı, bol matematik problemli, tarih, coğrafya, tabiat bilgisi sorulu, uzaktan eğitime öncü. Sınıftaki gruplar şeklinde oturma düzenine alışma ve karşılıklı tartışma ortamının verdiği güvenli öğrenme ama bilememe endişesinin verdiği gerginlik.

Okul bahçesinde oynanan oyunların da tadı hala damağımda, özellikle lise çağına gelen oğlumun yıllarını geçirdiği bilgisayar başındaki durumunu izledikçe düşlediğim. Bilgisayar kelimesi bile çok büyük bir hayal o yıllarda, televizyon bile yok henüz, en büyük zevk radyo ve arkası yarın programları... Telefon şehirlerarası için postane bağlantılı, bekle birkaç saat, nerede anında elinde alo! Öğretmen ödevleri kabus, ansiklopediler kurtarıcı, kütüphaneler varsa yakınlarda, dostlar ve kitapları da katkının en önemlisi çetrefil ödevlerde. El yazıları en güzel sanat o yıllarda, hele dolma kalemle çizgisiz dosya kağıdında yazılı ödevler birer hazine. Daktilo ancak arzuhalcilerde sokak başlarında, özellikle resmi daireler çevresinde küçük ahşap masalarda hizmete hazır. Fotokopi ne arar bugünkü çoklukta.

Tüm bunlar bir yana apartmanlar belki tek düze ama sanki daha güven verici, sağlam görünüşlü, belki de daha estetik renk seçimleri, malzemeleri ile o yıllarda... İşte hala güzel diyebildiğim yıllardan anılara tanık olan bir yaşam parçası ve bir anda anımsayabildiklerim.

Acaba yeni nesil gelecek yıllarda benim gibi bir anda neler hatırlayacaklar?...”


Prof. Dr. Güniz AKINCI KESİM
9.04.2010

Facebook ta paylaş


Yazarın Tüm Yazıları...  -   Yazar'a mesaj yaz  -   Yorum Yaz 



 

Yorum Yaz

 

Tavsiye Et

Okuyucu Yorumları


 

SanatsalHaber Basın Konseyi üyesi olup Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. SanatsalHaber'de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Sitede yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Copyright © 2008-2021 SanatsalHaber.com.