TUNCEL KURTİZ VE…
Ölüm için mutlaka yaşlanmak mı gerekir? Tabi ki hayır. Ama birinin ölümü konuşulsa mutlaka yaşı gündeme gelir. Ve klasik durum eğer yaşı biraz ileriyceyse ‘ama çok sağlıklıydı’... Eğer sağlığı da kötüyse‘ ya yapacak birşey yoktu zaten yaşlıydı’ vs. gibi yorumlar yapılır. Eğer ölüm genç yaşta yakalamışsa insanı... Nedense sanki tanıyalım ya da tanımayalım, ölen kişiye doyamadığımızı mı düşünürüz, yoksa kendimizi onun yerine mi koyarız bilemiyorum, üzüntülü gelir ve tek önemli konu yaşıymış gibi yorumlar hep yaşıyla ilgili yapılır. Oysa ki; belki yarım kalan bir kitabı, ertesi gün için oğluna yapmaya söz verdiği bir tatlı, yaza tatil için kimsenin bilmediği bir birikimi, ya da haftaya bir eğlencede giyeceği için terzisinde tamamlanmayı bekleyen bir kıyafeti olabilirdi... Ya da başka bir programı, yapmayı düşündüğü yada acilen yapması gerekipte ertelediği, üşendiği bir şey de...
Buradan o çok duyduğumuz cümle geldi aklıma... ''Yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışınız. ''İlla diğer tarafa inanmamız gerekmiyor ama yarın ölecekmiş gibi aklımızdakileri ötelemeden yapmanın da bir sakıncası olmasa gerek... Burada 'öldükten sonra ne önemi var ki' denebilir. Ölen için olmasa da kalanlar için oldukça önemli durumlar olabilir bu ertelenenler. Bir gece önce belki de kendinin haksız olduğu bir konuda çocuğuyla tartışmış aradan biraz süre geçmesi için hemen özür dilememiş ol gün olabilir. Veya birine bir gece önce oldukça yüksek miktarda borç vermiş 1-2 gün içinde alacağını düşünmüş olabilir. Ya da kendisini çok sevdiğini söyleyen birine 'bu gün o kadar yoğunum ki, inan hiç vaktim yok yarın bütün günümü sana ayıracağıma söz veriyorum' diye kendisinin de onu ne kadar çok sevdiğini bile söyleyememiş olabilir. Belki onun da vardı. Yarına, haftaya, belki bir başka bahara ya da seneye, yada daha sonraya erteledikleri... Çünkü hayat durağan bir şey değil... Sürekli geçmişi, geleceği ve o anıyla hareket halinde bir şey...
Peki ünlü olan birinin ölmesi nasıl bir duygu. Barış Manço öldüğü zaman annemin babamın ve kardeşimin yaklaşık 1 hafta sürekli ağladığını hatırlıyorum. Sanırım çok sevmekten yokluğunu kabul edememek olsa gerek. Ya da Zeki Müren öldüğü zaman ne kadar kalabalık insan grubunun cenazesine katıldığını görmüştük. Hatta belki sevgiden belki de politik zorunluluktan Turgut Özal'ın ölümünde de oldukça kalabalık bir insan grubu dikkat çekici boyuttaydı. Hatta hatırlıyorum dayım karadenizden sırf bu cenazede bulunabilmek için Rize'den İstanbul'a gelmişti de yıllar sonra görüşme fırsatımız olmuştu. Buradan da hep söylenen şu sonucuda doğrulayabiliyoruz. Düğünler ve ölümler olmasa insanların akrabalık ilişkileri oldukça azalmış durumda. Aslında çok zıt olan iki durum 'düğün' ve 'ölüm' insanları bir araya getiren bir olgu başlığı altında toplanıyor gibi. Kimbilir belki de ikisi için de 'ayrı bir yaşamın başlangıcı 'denebilir. Tabi çok önemli bir ayrım ne zaman evlenilebileceği aşağı yukarı belliyken ölümün zamanı beklenilen yaşam süresinden çok daha farklı olabiliyor. Sanırım bu sıradışılıkta bizi şaşırtıyor, belki korkutuyor, kimin başına ne zaman geleceği belli olmayan ölümün bizim başımıza acaba ne zaman geleceği sorusunu düşündürtüyor, ya da hangi sebeple ölmüş olduğu hemen o sebeplerle karşı karşıya olanlarla kıyaslanılıyor, kendimizi yoklamamıza sebep oluyor. Sonuç olarak ta ölümün o soğuk tarafı hepimizi bir şekilde etkiliyor. Neden bu yaşta, hangi sebepten dolayı diye sordurtuyor.
Evet daha bir akşam önce sesini duyup dansını izlediğimiz Defne Joy Foster'da sabah ölüm haberini öğrendiğimizde belki de hepimizde bir şaşkınlık yarattı. O enerjiye sahip birinin ani ölümü şaşırttı, hayranlarını üzdü, herkes doğru mu dedi, inanamadı önce, gerçek olduğunu anlayanlar, hemen - neden? dedi... Sonuç aynıydı, artık aramızda değildi. Belki sadece bedenen değildi. Ama duyu organlarımızla duymak, dokunmak, görmek gibi bir daha yaşayamayacağımız duygularımız onun bizi terk etmeyeceği, yanımızda bizimle olacağı duygusuna daha ağır basacaktı. En azından ölümünü gerçek anlamda kabul edeceğimiz zamana kadar.
Annemin kendinden de büyük bir arkadaşı annesini kaybettiğinde 'başın sağolsun' diye aramıştım. Bana söylediğini hiç unutmuyorum: Kızım hepimizin bir tane annesi var ve kaç yaşında olursa olsun anneni kaybediyosun. Bir daha asla yanaklarından öpemeyeceğim. İşte o zaman annem ve babam hayatta olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm. Henüz hayattalar ve bu harika. Eğer bir gün kaybedersem sadece ve sadece ben öldüğümde çok üzülmemelerini isterdim, o yüzden çok üzülmeyeceğim diye kendimi hazırlamaya çalışıyorum. Ama tabi ne demişler 'kim öle kim kala'...
Kimbilir o kötü dediğimiz ölüm korkusu da olmasa dünyada hangi dengeler ne şekilde değişirdi. Belki de bu soğuk gerçek bazen kendimize gelmemize sebep olabiliyor. Ölene kadar yaşayacağımızı düşünürsek, ölüm bizi bulana kadar aklımızdaki gibi yaşamaya çalışalım mı?
Bence artık soyadların önemi yok. Bu yazım bütün Defne'ler, Barış'lar, Zeki'ler, Turgut'lar, Ayşe'ler, Ahmet'ler, Zeynep'ler... ve sevdikleri için olsun...
İlknur ERŞAHİN ÇAKICI 28.09.2013
Yazarın Tüm Yazıları... - Yazar'a mesaj yaz
-
Yorum Yaz
|
|